featured

Enflasyondur, Geçer…

service
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

Merhaba sevgili okurlar, öncelikle hepinize sağlıklı günler dilerim. Bildiğiniz gibi genellikle teknoloji ve yaşam üzerine yazılarım ile sizlerin karşısındayım. Fakat bu yazımda müsaadenizle bir değişikliğe gitmek istiyorum. Malum bu aralar ülkede enflasyon canavarı tekrar hortladı. Bu yüzden enflasyon üzerine bir yazı yazmak istedim. Çünkü geçenlerde üniversiteye gitmek için otobüs durağına vardığımda, durakta iki amcanın “Bunlar daha iyi günlerimiz” diye konuştuğunu duydum. O an kafamda şimşekler çaktı. Çünkü bir zamanlar Türkiye’de bu konuşmayı bir başka yerde işitmiştim. İşte bu yazı o an aklıma düştü. Bu ülkede yaşayan bir birey olarak enflasyon üzerine bir şeyler söylemek benim de hakkımdı. Bu arada yanlış anlaşılma olmasın, ben ekonomist değilim (gerçi bu aralar hepimiz biraz ekonomistiz!). Bu yüzden yazımdaki amacım sizi enflasyona karşı ezdirmek değil, enflasyona karşı güldürmek. Umarım bu amacıma ulaşırım. Haydi, isterseniz yazımıza bir başka deyişle enflasyon hikâyeme başlayalım.
10-11 yaşlarında sarı saçlı bir çocuktum. Öğretmen ebeveynlerim vardı. Bir de ablam, bir başka ifade ile bugün en iyi arkadaşlarımdan biri olan Çağlayan. Yaşadığımız yer ise İzmir’in küçük ama şirin ilçelerinden biriydi. Bugünlere benzer şekilde o dönemlerde de Türkiye’de yine ekonomi yerlerdeydi. Enflasyon yüksek ve alman markı (halefi Euro olan para birimi), dolar yine insanların bir numaralı gündemiydi. Memur çocuğu olduğumdan, o zamanın insanları bilir, tavuk ya da pasta gibi nadiren erişebildiğimiz yiyecekler ebeveynlerin maaş günlerinde alınırdı. Ben de Ayda Bir dergisinin yayımlandığı günü beklediğim gibi o günü de iple çekerdim. Sanırım anlattıklarımı tüm memur çocukları için genelleyebilirim. Zira okul sıralarında arkadaşlarımın çoğu memur çocuklarıydı. Özelliklerimiz +- 1 hata payıyla hep aynıydı. Yani demek isterim ki; memur evlerinde büyüyen çocuklar amatör ruhlu, efendi ve bazı açılardan bakıldığında açtır. Bu yüzden, annemle beraber gittiğimiz gezmelerde, altın günü ya da sosyalleşme amaçlı Türk kadınının geleneksel toplantılarında diğer çocukların gözünde her zaman olağan şüpheliydim. Aslında doğruydu da. Çünkü gittiğimiz evlerde özellikle mozaik pasta çıkmış ise tüm çocuklara markaj yapar ve türlü türlü oyunlara girerdim. Annem evde bana hep tembihler savurur fakat gittiğimiz evlerde ne oluyorsa, neden oluyorsa sınırı aştığımda “Oğlum! Evde pasta yemiyormuşsun gibi böyle hareketler yapma!” diye kısık sesle ve diş sıkarak uyarılarda bulunurdu. Fakat bunda benim suçum yoktu ve bence annemin de suçu yoktu. Çocuktum ve aynı zamanda memlekette enflasyon vardı. İşte bu yüzden o zamanlardan beri vücut diline hâkimimdir. Böyle bir olay yaşandığında, annemin vücut diline göre 43 numaralı “Esem” marka terlik mi yiyeceğim? yoksa kulaklarımın kanal listesi mi artacak? bilirdim. Sadece Sezen teyzelere gittiğimizde her yiyecekten ve özellikle mozaik pastadan iki tane yiyebilirdim. Bu açıdan Sezen teyzede toplanıldığında çok mutlu olurdum. Bu arada atladım ama annemin ayak numarası küçüktü. Fakat evimize gelen misafirler için alınan terliklilerden 43 numaralı olanı vardı ki; peşimi hiç bırakmazdı. Adeta ismini “güdümlü terlik” koymuştum.
Günler böyle geçerken, en küçük amcam Halis bir gün babamı arayıp, Gölcük’te piknik yapalım demişti. Annem, ablam ve ben bunu babamın ağzından duyduğumuzda acayip mutlu olmuştuk. Planın içeriğini öğrendiğimizde bu mutluluk iki katına çıkmıştı. Çünkü pazar günü yola çıkılacak ve yüksek rakımlı bir yer olan Ödemiş-Gölcük’te meşhur güveç yemeği yapılacaktı. Arabamız olmadığından ailecek böyle etkinlikler yapamıyorduk. Bu açıdan böyle haber alınca çok heyecanlanıyordum. Sonunda pazar günü geldi, çattı. Halis amcamın o dönem gönüllerin efendisi olan “reno stayşın” marka arabası ufukta gözüktü. Sahibinden 5 katlı bir binada ve 5.katta olan evimizden akrabalarımızı karşılamak için hemen indik. Malzemeler, yiyecekler ve voleybol topu gibi eğlence araçları da bizimle aşağıya geldiler. Karşılama merasiminden sonra arabaya doluşarak, geç olmadan yola koyulduk. Amcam şoför koltuğunda, babam önde yanında, arka tarafta köşelerde annem ve yengem, ufak yeğenlerim onların kucağında ve ablam tam ortada oturdu. Aslında her gezide genellikle bu dizilim geçerliydi. Sağ baştan say deseler, her zaman Son! Bendim. Yine her zaman olduğu gibi 43,44 numaralı otobüs koltuklarından 44 numaralı koltukta yani bagajdaki karşılığındaki yerimi aldım. 43 numarada ise tencere ve tüp tek bilet kestirmişlerdi. Sanırım enflasyon onları da vurmuştu. Benim durumum daha iyiydi. En azından yerim cam kenarıydı. Fakat yolculuk esnasında ara sıra tencere ya da tüp bana yaslanıp uyumaya çalışıyordu. Böyle bir esaret altında yol sürüyordu. Köşeye sıkışmış fakat yol boyunca arkadan gelen arabalara nefes alabildiğim sürece el sallayıp duruyordum. Hatta böyle yolculuklarda kamyon plakalarını bile ezberlerdim. Zaten kamyonların anca plaklarını görebiliyordum ama yine de mutluydum. Sonrasında ilk önce Ödemiş’ten babaannemi aldık. Araba iyice dolmuş havasına bürünmüştü. Fakat sonunda hiçbir durakta durmayan dolmuşumuz, non stop Gölcük’e vardı. Hemen güzel bir yer tespit edildi ve serilip, serpildik. Malzemeleri indirdik. Annem ile yengem hemen güveç için hazırlıklara başladılar. Ben de o ara yeğenlerle sohbet edip, özlem gideriyordum. Evet, sonunda patatesler soyuldu, baharatlar atıldı ve gerekli proteinler eklendi. Akabinde yüklü olan tencereler ateşin üstüne konuldu. Bu arada amcam ile babam ekonomik görünüm hakkında konuşuyorlar ve bugün bile bitmeyen ülke meselelerinden dem vuruyorlardı. Bu arada, amcamın ülke için komplo teorileri her dönem zaten mevcuttu. Annem gençliğini tam yaşayamamış olmalı ki; toplu oyunlar ve ip atlama gibi etkinlikleri bir çocuk gibi çok severdi. Bunun kanıtıymış gibi kadınlar, voleybol oynamaya başlamış, manşetler ve smaçlar havada uçuşuyordu. Türkiye’de ekonomi kötü, ulaşım şartları zor ama herkes bir şekilde tutunmaya çalışıyordu. İnsan dediğimiz bu kadar değişik bir varlıktı işte. Umut her zaman yanımızda kol geziyordu. Bugünlerde olduğu gibi ruhların beyin ölümü gerçekleşmemişti daha. Bu arada babaannemi unuttum. O ne yapıyordu? Ha, hatırladım. Babaannemde hâki bir yere sandalye ile oturtulmuş, şişe dibi gözlüklerinin arkasından dünyaya bakıyor ve tespih çekiyordu. Bu arada söylemek isterim ki; babaannem beni çok severdi. Bana “Sarıgül” lakabını vermişti. “Lakabı olanın, dünyaya etkisi çok olurmuş” derdi. Ona bildiğim, öğrendiğim duaları okuyunca, şalvarının neresinden çıkardığını bilmediğim kâğıt paralardan verirdi. Fakat biz Arnavut bir ırktan geldiğimizden kâğıt paraların adedi ve birimi bir şeyler almak için yetersiz oluyordu. Bu sırada, annem ve yengemin sağ tarafında, ablam ve yeğenlerim ip atlıyordu. Anlaşılacağı gibi ekranda ben görünmüyordum. Çünkü bir görevim vardı. Tencerelerin yanında birinin beklemesi gerekiyordu. Tahmin edeceğiniz gibi güvenlik açısından bu görevi bana verdiler. Bunu nasıl yaptılar? Bilmiyorum ama hikâye bundan sonra mutlu sonla bitmeyecekti.
Yaptıkları hatayı bilmeden tüm insanlar ağır çekimde gülüyor ve kendi aralarında eğleniyorlardı. Zaman geçtikçe, tencerelerden kokular gelmeye başladı. Ve yine herkes gibi suçlamalıyım ki şeytan bana bir şeyler fısıldıyordu. Knut Hamsun’un açlık romanındaki karakter kadar değildim fakat ekonomik kaygılardan dolayı göz açlığım ve çocukluğum beni suça teşvik ediyordu. İleride Rodion Romanovich Raskolnikov gibi hissedecek olsam da eyleme geçmeye karar verdim. İnsanların yani bizimkilerin boşluğundan yararlanarak bir, iki derken güveçteki bütün proteinleri yavaş yavaş ve soğukkanlılıkla mideme gönderdim ve arkalarından el bile salladım. Dünyaya karşı sırıtıyordum. Bizimkiler bana doğru baktıklarında ise Dr. Hannibal vari donuk ve kendinden emin bir yüz ifadesi sergiliyordum. Bu süreç, bir saat boyunca sürdü. Hayatımın en güzel bir saatlik dilimlerinden biri diyebiliriz. Fakat her güzel şeyin bittiği gibi, yani diyalektiği içinde barındıran hayat gibi cehennem saatlerinin benim için başlaması an meselesi idi. Çanlar benim için çalacaktı artık. Ve o an bir şey oldu. Sanki bir emareymiş gibi hava birden kapandı ve kara bulutlar gökyüzünü kapladı. İlk yanıma ablam geldi ve yemeğin olup olmadığını sordu. Fakat bu girişimi güzel bir manevra ile atlatmıştım. Zaten gelip, tencereyi karıştıramazdı. Sonra yavaş yavaş babam yanıma gelmeye başladı. İşte şimdi dananın kuyruğu kopacaktı. O anda gökyüzüne baktım ve ne göreyim bulutlar bile liselerde 19 Mayıs gençlik bayramlarında topluca yapılan akrobatik hareketlerle oluşturulan figürler gibi kendi aralarında bana mesaj oluşturmuşlardı: “Go away”. Bunun üzerine ben de hazırlıklarımı yaparak, Deniz Mertkan Bolt olarak bir kulvara geçtim. Harekete hazırdım. Çünkü hareket varsa, berekette vardı (Atasözleri ile yaşayan bir toplum olarak bende maalesef böyle kodlanmıştım). Babam tencerenin yanına gelince hafiften mesafemi almıştım. Anlayacağınız kaç metre olduğunu bilmediğim engelli koşuya başlamama ramak kalmıştı. Babam tencereyi açıp, malzemeleri karıştırdığında bizim tencerenin Afrika kıtasına döndüğünü görmüştü. Ve start verilmişti, bayanlar ve baylar. İlk kulvarda ben, diğer kulvarda beni çok sevdiğini haykırdığı sözler ile babam koşmaya başladık. Bu arada annem güdümlü terliğini çıkarmış, ateşlemeye hazırlıyordu. Eczacı yengem bile o güzel ve yumuşak sesiyle feryat ediyor, yeğenlerim ile şimdilerde iyi arkadaşım olan ablam, atladıkları ip ile önümü çevirmeye çalışıyorlardı. Babaannem bile ayağa kalkmıştı ki nasıl ayağa kalkabildiğini hiçbir zaman anlamamışımdır. Allah tarafından herhalde. Arkamdan bir şeyler söylüyordu. Sanki Er Rayn’ı Kurtarmak filminde ağır çekim bir sahnedeydim. Ve ağır çekim bittiğinde güdümlü terlik enseme yapışmıştı. Arkamı döndüğümde bana pis pis gülümsüyordu bile. Annem yine 12’den vurmuştu. Tebrik ettim. Zaman anneme hiçbir şey kaybettirmiyordu. Sonra düştüğümü hatırlıyorum. Olay yeri inceleme ekibi bir iki dakika sonra yanıma geldi. Babam küçüklüğünde judo kursuna gitmiş. Bir iki numara denedi üstümde. Valla babam ile de gurur duydum. Annem terliği yanımdan aldı, ayağına geçirdi ve kulaklarıma yapıştı. Sol kulağım devlet televizyon kanalları TRT 1, 2, 3, sağ kulağım ise uluslararası kanallar Rtl, Sat, ÖTV gibi kanalları çekmeye hazır hale gelmişti. O zamanlar Halk TV ve A Haber yok tabi. Olsa onları da çekerdim. Amcam ve diğer piknik üyeleri yine beni sevdiklerini ifade ettikleri cümleleri bir bir haykırdılar, sağ olsunlar. Sıra, canım ablama gelmişti. Ablam da vurmaya kıyamadığından anca suratıma tükürebildi. Son olarak, benim için hayal kırıklığıydı ama babaannem de benim olmadığım bir tarafa bakarak, sanırım görmüyordu; günahkâr köpek! diye bağırdı. Sonuç: bildiğiniz enkaza dönmüştüm ve tüm sevdiklerim adeta içimden geçmişti. Meydan muharebesi bitmiş çoğunluğa karşı cesur ve yürekli bir şekilde “Enflasyonnnn!” diye bağıramadan yerle bir olmuştum.
Kâbus bittikten sonra İsa’nın çilesini çeker gibi bir iki sürünüp ayağa kalkabildim ve kenara oturdum. Bakışlar yavaş yavaş üstümden uzaklaşıyordu. Sanırım, aile fertleri beni ve olayı unutmaya başlamışlardı. Yeniden bir şeyler hazırlamak için ne yapacaklarını konuşuyorlardı, amcamın ben şehre inip bir şeyler alayım dediğini duydum. Sonunda bir sonraki aya borçlanarak, tekrar malzemeler alındı, gelindi ve yemekler yapıldı. Fakat ben artık tecrit edilmiştim. Enflasyon insanlara ve en çok da bana etki etmişti. Sayın okurlarım, hangi yıl olduğunu valla hatırlamıyorum. İnsan hatırlarsa yaşamıyor, bilirsiniz. Ben aslında bununu da unutmuştum. Edirne’de, otobüs durağında iki adamın konuşmasını duymasam, aklıma da gelmezdi. Açıkçası gelmesini de istemezdim. Zor günlerdi fakat garp cephesinde yeni bir şey yok, günler hala zor. Ülkem için üzgünüm fakat yine de ufak şeylerden mutlu olmaya bakmalı ve hayata tutunmalıyız diye düşünüyorum. Çünkü zaman çok çabuk geçiyor ve baki olan anılarımız. Bu yüzden başımızdan eksik olmayan enflasyona inat eski zamanlardaki gibi sevgi ve dayanışmamızı eksik etmeyelim. Nasılsa her şeyin geçtiği gibi enflasyondur, geçer…
(Not: 0,05 hata payı ile bir kurgu olarak kabul etmeyiniz.)
Tutunanlar, Deniz Mertkan GEZGİN

 

 

2
mutlu
Mutlu
0
_zg_n
Üzgün
0
sinirli
Sinirli
0
_a_rm_
Şaşırmış
0
vir_sl_
Virüslü
Enflasyondur, Geçer…

Yorumlar kapalı.

Giriş Yap

Edirne Gerçek Gazetesi - Edirne'nin Gerçek Sesi ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!

Bizi Takip Edin